Alman ressam ve fotoğraf sanatçısı Proehl, İstanbul benim “memleketim”
Ressam ve fotoğraf sanatçısı Jochen Proehl, 1958 yılında Almanya’nın Lübeck kentinde doğdu, 1967’de babasının Alman Lisesine öğretmen olarak tayin edilmesi üzerine ailesiyle İstanbul’a yerleşti. Ailesi İstanbul’a geldiğinde Proehl henüz 8 yaşındaydı. Çocukluğunu ve gençliğini İstanbul’da geçiren Proehl için Almanya’ya geri dönmek kendi deyimiyle “gurbete” gitmek demekti. Proehl, eğitimini, babasının memur olmasından dolayı zorunlu bir şekilde döndükleri Almanya’daki Berlin Sanat Üniversitesi Resim Bölümünde tamamladı.
Proehl, takvimler 2007’yi gösterdiğinde bir sergi için yeniden İstanbul’a geldi. Türkçeyi akıcı bir şekilde konuşan Proehl gelişini, “Geliş o geliş ama bu seferki memleketime dönüştü.” sözleriyle anlattı.
Sergiden sonra İstanbul’a yerleşen Proehl, Bahçeşehir Üniversitesinde Kültür Sanat Direktörü ve Öğretim Görevlisi olarak görev yapıyor.
Arabesk dinleyen, menemenin kesinlikle soğanlı yapılması gerektiğini iddia eden Proehl, Türklerin çözüm odaklı yaşam tarzına hayranlık duyuyor.
Proehl, Beyoğlu Küçükparmakkapı’daki atölyesinde Türk misafirperverliği ile karşıladığı AA ekibine, “memleketim” dediği İstanbul’a, Türkiye’ye, Türk yemeklerine, Türk müziğine ve kültürüne olan hayranlığını anlattı.
Proehl, Türkiye’de hikayesinin 1967 yılında henüz 8 yaşındayken babasının Alman Lisesine öğretmen olarak tayin edilmesiyle başladığını söyledi.
Babasının devlet memuru olmasından dolayı ailece geldikleri Türkiye’de 8 yıl kaldıklarını ve daha sonra Almanya’ya döndüklerini anlatan Proehl, “16 yaşıma kadar İstanbul’da yaşadım. O dönemler hayatımın en önemli yıllarıydı. Çünkü çocukluğum, ergenliğim burada geçmişti. Dolayısıyla bu süreç İstanbul’u benim memleketim yaptı. Ondan sonra da İstanbul ile olan bağım, arkadaşlarımla ilişkilerim hiç kopmadı. Yaz tatillerinde Türkiye’ye gelmeye devam ettik.” diye konuştu.
İstanbul’da yeniden yerleşme sürecinin 10 yıl önce bir sanat galerisinden sergi açmak üzere aldığı teklifle başladığını belirten Proehl, şöyle devam etti:
“Ben hem fotoğraf hem de resimle uğraşıyorum. Atölyem Berlin’deydi. Fotoğraflarımı bir belleğe kaydedip İstanbul’da basmak ve sergilemek çok kolaydı. Ama büyük resimleri Berlin’den taşımak zor, karmaşık ve pahallı bir nakliye işlemiydi. Ben de bir süreliğine İstanbul’da bir atölye kiralayıp sergi için birkaç resim yapmayı uygun buldum. 5-6 ay İstanbul’da çalıştım. Böylece asıl memleketime geçici olarak dönmüş oldum. Daha sonra Marmara Üniversitesinden bir çalıştay daveti aldım.
Sonrasında da üniversitenin güzel sanatlar fakültesinde misafir doçent olarak ders verdim. Ardından şu anda görev yaptığım Bahçeşehir Üniversitesine geçtim. Sadece Türkiye’deki kampüste değil üniversitesinin yurt dışı temsilciliklerinde ve bağlı olduğu kurumlarda sanat etkinlikleri düzenlemeye başladım. Böylece ikinci Türkiye hayatım başlamış oldu. Eşimle de burada tanıştım. O bir Türk kızı. Tanıştım, aşık oldum ve evlendim. Babamın görevi bittiğinde 16 yaşındaydım. Almanya’ya döndüğümüzde aslında ben gurbete gitmiştim şimdi ise İstanbul’da, memleketimdeyim.”
“En çok İstanbul’u sevdim”
Proehl, Almanya dışında birçok farklı toplumla, kültürle tanıştığını, Türk toplumunu da yakından tanıdığını ifade ederek, Türk toplumunu diğer toplumlardan ayıran en önemli özelliğinin duygusallık ve nezaket olduğunu vurguladı.
Türk insanının açık yürekli, sevgi dolu ve duygusal olduğunu söyleyen Proehl, “Bu duygusallık çok çabuk bir şekilde sevgiden hiddete dönüşebilir ancak Türk insanındaki kibarlık kültürü o kadar gelişmiş ki hiddet, şiddete dönüşmüyor. Ayrıca Türk halkının meraklı yapısı, onun yeniliğe açık olmasına, teknolojiye çabuk uyum sağlamasına ve yabancılarla kolay iletişime geçmesine yol açıyor. Bu çok özel ve avantajlı bir şey. Mesela Almanya’da komşunuzla isteseniz bile kolay tanışmazsınız. Ama burada komşularım veya bir bakkal veya taksi şoförü ‘Nerelisiniz, ne iş yapıyorsunuz, evli misiniz, kaç çocuğunuz var, neden buradasınız?’ gibi bir sürü soru sorarak beni yakından tanımaya çalışıyor. Ama bu genel bir merak değil, bir insani ilişki biçimi. İnsanlar birbirine dikkat ediyor, birbirine bakıyor. Bu hoş bir şey.” şeklinde konuştu.
Alman toplumunun kurallara, bilhassa trafik kurallarına sıkı sıkıya uyduğunu, Türklerin ise trafik kurallarına uyma konusunda daha esnek olduğunu dile getiren Proehl, mizahi bir dille, “İstanbul’da olduğu gibi Almanya’da da arkadaşlarımla yürürken istediğim yerde ve ışıklar yeşil olsun kırmızı olsun, akar trafikte istediğim yerden karşıdan karşıya geçiyorum. Onlar kalıyorlar.” dedi.
Büyüklüğüne, kalabalıklığına, trafiğine rağmen İstanbul’u aşk ile sevdiğini dile getiren Proehl, duygularını şu şekilde ifade etti: “Benim çocukluğumun İstanbul’unda nüfus 1 milyon 800 bindi. Şimdi ise 15 ila 20 milyon arasında olduğu tahmin ediliyor. Biz 18 milyon diyelim. Demek ki 10 katı artmış. Tabii bu insanların davranışlarını da etkiliyor. Artık sertler, sohbet, muhabbet etmeye fazla vakitleri yok. Ama bu kalabalık ve hızlı yaşamda oldukça normal. Buna rağmen bu stresin, sınırlılığın altında hoşgörü, iyi niyet ve misafirperverlik devam ediyor. İstanbul’daki hayatın en zor kısmı bence taksi şoförleri. Bazen almıyorlar arabalarına, bazen tartışıyorlar, arada sırada kaba davrananlar oluyor. Çocukluğumda babam, Karadeniz’den Doğu Anadolu’ya kadar bütün Türkiye’yi gezdirdi. İstanbul’a olan duygum tam bir aşk. Türkiye’de en çok İstanbul’u sevdim.”
“Türklerin sonuç odaklı olması hayranlık uyandırıcı”
Proehl, Türk insanının sonuç odaklı olduğunu, bir işi çoğu zaman o anda yapmadığını ancak yapılması gereken zamanda da mutlaka o işi sonuçlandırdığını, bunun inanılmaz ve hayranlık verici bir şey olduğunu vurguladı.
Kendi üzerinden bir örnekle gözlemlerini paylaşan Proehl, şu değerlendirmede bulundu: “Türkler, bir problem varsa ve bugün çözülmeyecekse yarına bırakır. Ama o sorun son anda da olsa çözülür. Bence bu inanılmaz hayranlık uyandırıcı. Şöyle, ampul yanmıyor, Anadolu Ajansıdan da arkadaşlar yarın gelecekler. O zaman ben de yarın ampulü alır takarım. Önce bir gelsinler. Her şeyi anında çözüyorsan zaten planlamaya gerek yok. İnanılmaz hayranlık verici bir şey.”
Proehl, başka bir ülkeden cazip bir iş teklifi gelmesi durumunda ciddi bir tereddüt yaşayacağını, karar alıp gitse bile bunun asla uzun süreli olmayacağını, eninde sonunda İstanbul’a döneceğini söyledi.
“Arabesk dinlemeyi seviyorum”
Proehl, üniversite çalışmalarından artan zamanlarında atölyesinde resim yaptığını, dünya müziğine büyük ilgisi olduğunu, özellikle Türk müziğini keyifle dinlediğini söyledi. Proehl,
Türk müziğine ilgisini şu şekilde anlattı: “Türkiye’de doğup büyüyen kız kardeşim bir gün bana, ağabey senin müzik zevkin bir minibüs şoförünün zevkiyle aynı demişti. Doğru söylüyor çünkü ben arabesk dinlemeyi seviyorum. Aslında dünya müziğini de dinliyorum. Caz, pop fark etmiyor, orada sınır yok ama arabesk çok sevdiğim bir müzik. Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses, İbrahim Tatlıses fark etmiyor, orada da sınır yok. Hepsini dinlemeyi seviyorum. Ama söyleyemiyorum. Bu konuda tam bir tüketiciyim.”
Türklerin yemeğe Almanlardan daha fazla önem verdiğini, kendisinin de Türk yemeklerini çok sevdiğini ifade eden Proehl, sözlerini şöyle sürdürdü.
“Aslında Türkiye’yi neden bu kadar sevdiğimin, Türkiye’de neden yaşadığımın sebeplerinden birisi de yemek. Gerçekten Türk mutfağından beğenmediğim hiçbir şey yok. Belki bir istisna olabilir o da henüz yiyemediğim, içemediğim işkembe çorbası. Ama onun dışında her şeyi seviyorum. Kokoreçten tutun midye, menemen, ızgaralara kadar.”