DİTİB’den NSU Açıklaması
Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB), NSU lideri Beate Zschaepe’ye müebbet hapse çarptırılması ve NSU davası hakkında bir basın bildirisi yayımladı.
Almanya’da 5 yıldır devam eden NSU davasında kararına ilişkin, DİTİB “NSU Skandalı: Müthiş kurumsal acziyetin arkaplanındaki sebepler aydınlatılmaldır!“ başlığı ile yayımladığı bildiride şu ifadelere yer verdi:
“On insan sağcı NSU (Nasyonalsosyalist Yeraltı) terör örgütü tarafından hunharca öldürülmüştür. Ayrıca aralarında bazıları ağır olmak üzere otuzdan fazla kişi yaralanmıştır.
Almanya’da planlı bir şekilde yabancı kökenli insanları hunharca öldüren ve daha sonra cinayetleri üstlendikleri videolarda kurbanlarıyla alay eden bir grup faaliyette bulunmuştur. Bu terör hücresinin faillerinin bulunması ve ceza almaları ise tam onbir yıl sürmüştür.
Devasa ve ırkçı cinayet serisine başlangıçta „dönerci cinayetleri“ de denilerek cinayetlerin maktülleriyle dalga geçilmiştir. Fakat bunlar sağcı terör saldırılarıydı. Ancak soruşturmayı yürütenler bunu olaylardan çok sonra, tam onbir yıl sonra tespit edebilmişlerdir.
23 Şubat 2012 tarihinde Almanya Şansölyesi Angela Merkel devlet organları adına NSU maktüllerinin yakınlarına cinayetlerin, yardım ve yataklık yapanlar ile azmettiricilerinin kimler olduklarının aydınlatılacağına ve faillerin cezalarını çekeceklerine dair söz vermiştir. Ancak resmi mercilerin nasıl müthiş bir acziyete düştüğü, üstünkörü soruşturmaların yapılması ve istihbarat kurumlarının olaya nasıl karıştıklarının aydınlatılması ise başarılamamıştır. Devletin organları, belgelerin kıyılarak yok edilmesini engelleyemediği gibi, ajanların ifade vermesini engelleyerek birçok sorunun cevaplarının bulunamayıp mahkemenin gerçeğin gün yüzüne çıkmasını sağlamasını aktif bir şekilde baltalamışlardır. İç istihbarat görevi olan Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın bu olaylarda gerçek anlamda hangi rolü olmuştur ve soruşturmadaki skandal aksaklıkların sebepleri bu dairede mi bulunmaktadır? Dava süreci devam ederken nasıl olur da belgeler kıyılarak yok edilebilmiştir ve bu durum nasıl olur da ciddiyetsiz bir şekilde “aksaklıklar” olarak adlandırılabilmiştir? Neden bizzat dava süresince belgelerin mahkemeye sunulması engellenmiş ve müdahillerin ifade verme izni engellenmiştir? Neden iç istihbarattan sorumlu Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın NSU ile bağlantıları bulunan istihbarat görevlilerine dair raporlar 2134 yılına kadar, yani 120 yıl boyunca gizlilik kaydıyla korunmaktadır?
NSU’ya yardım ve yataklık yapanlar ve NSU’nun azmettiricilerinin ve bütün faillerin hak ettikleri cezalara çarptırılması, böylece başarılamamıştır.
Yaklaşık 6 yıl ve 389 duruşma günü görülmeye devam eden bu davanın hukuki sonucu nihai değildir. Davalı, beklendiği şekliyle kararı temyiz edeceğini bildirmiştir ve bundan sonra da yüzsüz bir şekilde masum olduğuna dair kandırma teşebbüslerine devam edecektir.
Maktüllerin yakınlarının mahkeme salonunda davalı ile karşı karşıya gelmeleri psikolojik açıdan ne kadar önem arz etmişse, mağdurlar ile kamuoyunu failler ve devlet organlarının ilişkisi hakkında aydınlatmak da o kadar büyük öneme sahiptir. Sadece maktüllerin yakınları açısından değil, bütün toplum açısından verilen bu hukuki karar tatmin edici olmaktan uzak ve hayal kırıklığı şeklinde vicdanlarda ve hafızalarda kalacaktır. Ne yazık ki, cinayetlerin aydınlatılması hususunun soruşturmayı yürütenler tarafından yeterince ciddiye alınmadığı görülmektedir.
Bu skandalın kalıcı ve sürekli bir şekilde endişelendiren yanı ise, bu terörün ortaya çıkmasına zemin hazırlayan tarafgirliği, toplumsal ve kurumsal ırkçılığı ortaya çıkarmış olmasıdır. O zamandan sonra genellemeci önyargılar ve sözlü saldırılar konusunda maalesef pek bir değişiklik olmamış, bilakis bu konularda ciddi bir artış kaydedilmiştir. NSU terör serisinden toplumsal olarak doğru dersleri çıkarmadığımız, son zamanlarda mülteciler hakkında sürdürülen güncel tartışmalarda veya camilere, Müslümanlara ve mültecilere yapılan saldırılarla ilgili tutumda da kendini göstermiştir. Bütün bu konuların hala toplumun büyük bir direnç göstermeksizin populizm yapılarak oy toplamaya yönelik istismara açık konular olması, üzüntü vericidir. Bunun ise toplum nezdinde “günah keçileri” bulunması meselesine doğrudan etkisi bulunmaktadır. Bu soruların sorulması, çoğu zaman itham edildiği şekliyle “mağduriyet tutumuna girilmesiyle” alakalı bir husus değil, bilakis toplumsal gerçeklikler ile çoğu zaman belirli toplumsal gruplar üzerinden yürütülen tartışmaları tetikleyici bir konuma sahiptir. Bundan dolayı, Almanya’da çeşitli dönemlerde sürekli gündeme gelmekte olan “Türk düşmanlığı” tam bir netlikle ifade edilmeli, sorun olarak tartışılmalı ve tedavi edilmelidir.
Aşırı sağcı düşüncelerin çekinilmeden toplum önünde söylenebilir duruma gelmesi ve neredeyse bütün eyalet parlamentolarında ve Federal Alman Meclisi’nde temsil edilmesi, yabancı kökenli insanlara, onların işyerlerine ve özellikle de Almanya’daki camilere karşı siyasi amaçlı suçların ciddi bir artış göstermesi toplumu haklı bir endişe ve korkuya sürüklemektedir. Bu bağlamda, sadece 2018 yılı içinde tarafımızdan yapılan tespitlere göre camilere karşı 47 saldırının gerçekleştirilmiş olması toplumda oluşan korku ve endişenin haklılığını göstermektedir.
Her insanın can ve mal dokunulmazlığı ve korunma hakkı bulunmaktadır. Devletin organlarının görevi, bu güvenliği sağlamaktır. Bu bağlamda köken, soy veya din ayrımı gözetilmesi söz konusu olamaz. Bir azınlığın kollektif varlığının bir bütün olarak korunulma zorunluluğu bulunmaktadır. Bu korumanın gerçekleştirilebilmesi, bu kollektif varlığın ve çoğu insan için Almanya’nın ikinci vatan olduğu gerçeğinin kabullenilmesiyle mümkündür. Zira bu insanlar, Almanya’da kalıcı olarak yerleşmiş bulunarak, dinlerini ve ailevi geleneklerini geçerli kanunlar çerçevesinde barış içinde ve Alman devleti organlarının koruması altında yaşamak istemektedirler. Bu sebeple, İslam Dini Almanya’da tanınmalı ve daimi bir şekilde yabancı olarak imgelenmemesi ve yabancılaşma tehdidi tartışmalarının odak noktasına oturtularak istismar edilmemesi için bu ülkedeki diğer dinlerle hukuki açıdan eşit haklara sahip olmalıdır. Hukuki tanıma ve kabullenme, bu tarz ırkçılığa karşı en ideal korumadır.
Siyasetin, medyanın ve toplumun bugün verilen bu mahkeme kararından sonra bu konuyla hesaplaşma işini bitmiş olarak görmesi yanlış bir tutum ve sorumluluktan kaçma anlamına gelecektir. Bugün verilen karar, dehşet verici kurumsal acziyetin arkasındaki sebepler ile salt hukuki konunun haricinde toplumsal sorunlar hakkında tartışmanın yürütülmesi için vesile olarak değerlendirilmelidir. Siyaset, medya ve toplumun söz konusu sorun alanlarının geçek sebep ve sonuçlarıyla yüzleşilmesi, tartışılması ve gereken tedbirlerin alınması için verilen bu karar, sadece “NSU” skandalıyla hesaplaşmanın ilk adımı olabilir.“